Pazartesi, Ekim 09, 2006

SEN YALNIZLIK NE DEMEK BİLİR MİSİN?



Sen yalnızlık ne demek bilir misin?
Terkedilmişliğin sızısı düştü mü hiç içine...
"Hiç" olduğunu hissettirdi mi sana en sevdiklerin...
Yaşamak dipsiz bir kuyu gibi sanki
Hergün biraz daha düştüğün
Ve düştükçe karanlığa boğulduğun
Bir türlü düşüşlerin bitmediği
Yeşertmeye çalıştığın ümitlerin yetmediği


Sen yalnızlık ne demek bilir misin?
Bomboş insanlarla dolu bomboş şehirlerde
Siretin surete mağlubiyetini görüp
Zemheriyi yaşadın mı yaz ortasında bile
Gözlerinde her daim şebnemleşen duyguları
Akıttın mı çölleşen gönüllere
Gülistan olmasını beklediğin yerde
Dikenler battı mı ellerine...


Sen yalnızlık ne demek bilir misin?
Beyaz yalanların karanlığında kayboldun mu hiç
Aslında güvenin herşey demek olduğunu
Yalanın iblisten doğduğunu
Ve tüm güzellikleri yavaş yavaş boğduğunu
Başını taşlara vurarak öğrendin mi?
Sahi sen hiç yalansız sevdin mi?


Sen yalnızlık ne demek bilir misin?
Güneşsiz kaldın mı hiç, hilalsiz kaldın mı
Ardarda sabahı olmayan günleri yaşadın mı
Ölüme dikip gözlerini
Ve kendi elinle söndürüp közlerini
Sonra rüzgarlara savurup küllerini
Ardından ölürcesine ağladın mı?
Sen hiç sensiz kaldın mı?


Sen yalnızlık ne demek bilir misin?

Çarşamba, Eylül 27, 2006

EY SEVGİLİ...



Ey Sevgili!...Bir kez daha kırık dökük kelimelerle sana seslenmenin utancındayım.Yüreğim hasretinle paramparça.Gözlerim sızlıyor yüreğimle birlikte, adını andıkça...İnsan görmeden sever mi?İnsan görmediğini bu kadar delice özler mi?

Ey Sevgili!...Acaba seni görenler, seninle aynı havayı teneffüs edenler, seninle aynı kaptan yemek yiyenler nasıl dayandılar hasretine? Bazen seninle birlikte yaşamış olmak için tüm varlığımı vermeye hazırken, bazen ayrılığının acısıyla deliye dönmekten korkuyorum tüm varlığımla...

Ey Sevgili!...Sahabelerin de dayanamadılar elbet senden ayrılmaya...Evinin önünde beklerken hiç birinin dizinde derman kalmamıştı.Hıçkırıklardan başka ses duyulmuyordu.Bir ara Hz. Ömer (r.a.)'in gür sesi duyuldu bu hıçkırıklar arasında."Kim Hz. Muhammed (s.a.v.) öldü derse,kellesini uçururum."diyordu...Sonra Hz. Ebubekir (r.a.) geldi o tertemiz, pak vücudunun yanına.Bilmem ki senin en sadık dostunun acısını anlatmaya yeter mi kelimeler?Bir ara naaşının dudaklarının kıpırdadığını ve "Ümmeti, ümmeti" dediğini işitti...( Bu ne kadar büyük bir sevgi Ya Resulallah(s.a.v.). Layık mıyız bu sevgine? Lâyık olmak için çabalıyor muyuz?)

Onların acıları kadar imanları da büyüktü. Hz. Ebubekir(r.a.) dışarı çıkıp: "Kim Hz. Muhammed'e (s.a.v.) tapıyorsa bilsin ki o öldü.Kim Allah (c.c)'a tapıyorsa bilsin ki,hiç bir şey yokken o vardı ve herşey yok olsa da o var olacak." dedi. Ve teslimiyyet...Biz de hiç olmayan haslet...

Ey Sevgili!Hani mescide gelip,seni hep ön sıralardan dinleyen küçük bir çocuk vardı.Bir gün onu göremeyince nerde olduğunu sordun sahabelerine! "Üzgün olduğu için gelmediğini" söylediler.Hemen kalkıp evine gittin.Ve "Üzgün olduğunu duydum. Kuşun ölmüş başın sağolsun." dedin...

Ey Gönüller Fatihi!İnsanlığımız öldü, vicdanımız öldü,dürüstlüğümüz öldü, sevdalarımız öldü, ideallerimiz öldü, ülkülerimiz öldü...Bize de gel ne olur!Gel ve hayat ver yeniden, ölmüş sinelerimize!Bir güneş gibi doğ ve aydınlat bu karanlık sinelerimizi!Gel ve dünyalık telaşların istila ettiği gönüllerimizi yeniden fethet!Kurban olayım! Gel ve cehennem çukurlarına yuvarlanmadan tut ellerimizden!...

Ey Sevgili!...Hani bir gün sahabelerinle sohbet ediyordun.Hz. Ömer (r.a.) cahiliye döneminde yaptıklarından bahsediyordu.Küçük kızını diri diri toprağa gömerken, kızcağızın "Babacığım paçaların toz olmuş." diye temizlemeye çalıştığını söyleyince hıçkırıklara boğulmuştun...Ve seninle birlikte herkes ağlamıştı."Bir daha anlat !" dedin Hz. Ömer'e (r.a.). O bir kez daha anlattı." Bir daha anlat!" dedin...Defalarca anlattırdın ve ağladın.İhtimal demek istiyordun ki "İşte bakın! İslamiyetle şereflenmeden önce böyleydiniz."

Evet Ya Resulallah!İslamiyetten önce kız çocuklarını diri diri gömen insanlar,Müslüman olduktan sonra, ayak bileklerine küçük çanlar bağlayıp geziyorlardı ki, yerde dolaşan haşereler sesi duyup kaçsın ve ezilmesinler...

Ey Sevgili! Ey gönüllerimizin sultanı!Şimdilerde senin "Neyi değiştirdiğini "Küstahça soran bir kendini bilmezin,yerdeki haşereler kadar değeri var mıdır acaba?

Ve ben bu sözleri duydukça ezilip, küçülüyorum,seni tüm dünyaya tanıtamadığım için...Eziliyorum, İslamiyetin son kalesi olan bir milletin ferdi olduğum halde, bu kendini bilmezleri susturamadığım için...Eziliyor ve küçülüyorum huzurunda,bu sözleri edenlere bir özür bile diletemediğim için...Özür diliyorum sana layık bir ümmet olamadığım ve seni tam temsil edemediğim için...Özür diliyorum dünyaperestliğim için...Özür diliyorum vurdumduymazlığım için...

Ey Sevgili!...Kalbime Allah (c.c)'ın ve Senin (s.a.v.) sevginden başka sevgiler doldurduğum için beni affeder misin?Bir kez olsun cemalini gösterip,vuslatının hasretiyle yanan gönlüme su serper misin? Bu halimle bile şefaatini dileniyorum senden...Bilmem ki bu perişaniyetimle beni ümmetin olarak kabul eder misin?Bilmem ki mahşerde gözlerim değer mi gözlerine? Yalvaran bakışlarıma acıyıp, bana da "Gel" der misin?

Ey Sevgili!... Tut ellerimden...Tut ki edemem sensiz...

Çarşamba, Eylül 13, 2006

KORKUYORUM

Hani bir gün bana "Nelerden korkarsın?" diye sormuştun ya, ben de "Korkmaktan korkarım." demiştim.Biliyor musun, bugün gerçekten korktum...

Hani ıssız ve karanlık bir ormanda yürürsün.Gündüzdür aslında ama ağaçlar güneşe izin vermezler ormanı aydınlatması için.Ve o ıssızlıkta bir baykuşun ürperten sesini duyarsın ya...Ürperirsin saçından tırnağına kadar.Öylesine korktum işte...

Oysa çok değil, birkaç ay önce öyle bir ormanda yürümüştük seninle gönül köşküne giderken.Hani kuru yaprakların ayaklarımızın altında çıtırdamasını, rüzgârın uğultusunu bile , hoşumuza giden bir müzik gibi dinlemiştik.Karanlık gelmemişti o zaman orman bana.O zaman güneşim yanımdaydı ve kulağımın duyduğu tek ses vardı: SENİN SESİN...Korku aklımın ucundan bile geçmiyordu.

Şimdiyse korkuyorum.Her hücremde , tüm ruhumda hissettiğim bir korku bu. Korkum bu ıssız ormandan mı, yoksa sensizlikten mi bilmiyorum.Baykuş çığlıkları mı ödümü patlatan, yoksa sesini bir daha hiç duyamayacak olmak mı?Yoksa unutulmuşluğun acısı mı beni bu kadar ürkek yapan? Gerçeklerin borazanından çıkan, hayallerimi yırtan ses mi korkmama sebep?

Her adım başı karşıma dikilen,asırlık ağaçlar gibi kök salan sorunlar mı elimi kolumu bağlayan?Artık ümit baltasının ucu köreldi mi ki, bu ağaçları kesip yok etmeye mecal bile bulamıyorum kendimde?

Her şeyi olduğu gibi kabullenmek mi çözüm?Herkes gibi olmak mı, mutlu yaşayabilmenin kuralı?Cesaretin olmadığı yerde mi korkular ağır basar? Yoksa cesur olanlar sadece cahiller mi? Ya da sadece benciller mi cesur olanlar?Korkularım kendimden başkalarını düşünmemden mi kaynaklanıyor?Ben korkak mıyım , yoksa fedakâr mı?

Bilmem ki bu sözler korkularımı anlatabildi mi sana? Söz ve mana atbaşı geçebildi mi gönül çizginden içeri?Korkunun libasını giydirdim kelimelerime...Kalemi kelepçeledim gerçeklere...Hayallerimin cezasını çoktan infaz ettim bile...Ve unutulması imkansızı unutmayı diledim.Biliyor musun? Ben korkmayı senden öğrendim...


Cuma, Ağustos 25, 2006

AŞKA DAİR...

Saat gece yarısını çoktan geçti...Bahçedeyim...Hep sevmişimdir geceleri...Hele de yaz gecelerini...Ilık bir rüzgar okşuyor tenimi...Duyduğum tek ses yaprakların birbiriyle söyleşisi...

Bu sessizliği seviyorum...Belki içimdeki sesleri dinlememe fırsat verdiği için...Belki " Ben kimim? Ben neyim? Gündüz görünen, yaşayan ben; gerçekte ben miyim?" sorularına cevap arayabildiğim için...Belki de " Ben"liğimin, hayır hayır "Sen"liğimin farkına varabildiğim için seviyorum gecenin sessizliğini...

Elimde İskender Pala'nın bir kitabı... "Kitab-ı Aşk " Not düşmüşüm ilk sayfasına..."Aşk denen bu muammayı çözebilmek için"...

Diyor ki kitabın bir yerinde:

"O aşk ki, sevgiliden iyilik gördüğünde artmayacak kadar doygun, kötülük gördüğünde eksilmeyecek kadar sağlamdır.Aşık belki bir gün sevilmek ümidiyle hiç durmadan severek azabını çeker.Hatta çoğu zaman sevilme ihtimalini düşünmeden sever."

Kaldı mı böyle aşklar? Hala var mı böyle sevenler, sevebilenler? Şimdilerde "Aşk"ın yanına konan "Yaşamak" kelimesi bu ulvi ve asil duyguyu ne kadar da basitleştiriyor, bayağılaştırıyor değil mi?

Kitaptan bir bölüm daha :

"Aşkta vuslat istemek acemilik, kendini bilmezlik ve hamlık göstergesidir.Çünkü vuslata giden yolun uzunluğu ve kısalığıdır ki,aşkın ömrünü belirler.Sevdiğimiz insandan bizi sevmesini beklemek,yahut yalnız bizi sevenleri sevmek, nihayet kuru bir alış veriş,hatta belki kaba bir değiş tokuştur."

Bunu okuyunca daha önce yazdığım " Sen beni sevmesen de" diye başlayan bir cümleyi hatırladım.Demek ki " aşk denilen muammayı " az da olsa çözmüş bu gönlüm...

Gerçi vird idi "vuslat" bir zamanlar dilimde
Çekerim hasretini artık, zulûm de olsa ölüm de...

Bazen bu çağa ait olmadığımı düşünüyorum.Ya da yüzlerce yıldır yaşadığımı...İnsanların gündelik telaşlarla hayatı nasıl ıskaladıklarını görüp, aşk zannettikleri basitliklerle duygularını nasıl heba ettiklerini görüp üzülüyorum...

Ve kitaptan çok güzel bir tesbit daha ;

"Gerçekten de aşk, karşılıklı oturmak,yüzyüze veya aynı noktaya bakmak, şiir okumak, sevgiliden utanacak kadar terbiyeli olmak,güzel şeylerden bahsedip gülmek ve asla iffet sınırının ötesine uzanmamaktır.Çünkü aşk bakmakla güzelleşir, konuşmakla zenginleşir ama dokunmakla bozulur."

Dilerim sevdiğini söyleyen her yürek, bu duyguyu ulviyetine layık olarak yaşar...Allah (c.c.),Hz. Adem'i (a.s.) topraktan yaratmış ve sonra ona kendi ruhundan üflemiştir...İşte insan.... İşte cismaniyet ve işte ruhaniyet...

Salı, Haziran 20, 2006

İŞTE ÖYLE BİR GÜN...

OTUZALTI YIL ÖNCE BU GÜN
YOKLUKTAN VARLIĞA ADIM ATMIŞIM
"VAR" OLDUĞUNU SANDIĞIM "YOK"LARLA
OTUZALTI YIL OYALANMIŞIM

YARIN "VAR"SA
"VAR"LIĞA MERHABA...

Çarşamba, Haziran 14, 2006

BU DA GEÇER YA HU...



Ne tatlı bir rüyadır bazen hayat...Hiç uyanmak istemezsiniz...O anlarda her şeyin rengi toz pempedir...Hiç bir şey üzemez sizi...Kötü görmezsiniz hiç bir şeyi...Yağmur bir başka güzeldir, kar bir başka...Geceyi ayrı seversiniz gündüzü ayrı...Zaman su gibi akıp gider , yakalayamazsınız...Zaten umurunuzda da değildir zaman...Sadece hafızanıza nakşolur yaşananlar an be an...

Ama " Lezzetin zevâli elem, elemin zevâli lezzet verir." düstûrunca, rüya biter ve yerini tarifsiz acılara bırakır...

Evet tarifsizdir bu acılar...Çekmeyen bilemez, çeken anlatamaz, kelimeler yetmez, ifade edemez o acıyı...Vücudunuzun her zerresi hasretle sızlar ve gözlerinizden damla damla dökülürsünüz, azalırsınız günden güne , karanlık gecelerin ıssız bağrında...

Dolunay hüzünle aydınlatır karanlıklarınızı...Ayın şavkı vurur hasretin meyvesi gözyaşlarınıza...Ne acı bir meyvedir gözyaşları ve ne tatlıdır aslında...Yaşanmışlıkların yadigârıdır onlar...Ya da hayâl deryasının damlaları...Sanki, hasretle şak şak olmuş gönül turabınıza dökülen bengisudur onlar...Tükenirken hayat bulursunuz, biterken çoğalırsınız ağladıkça...


Ne yaman bir çelişki,ne lezzetli bir acıdır bu...Ünsiyet kazanmaktan korkarsınız...Hep ilk günkü acıyı hissetmek istersiniz içinizde...Bu hasretin acısına alışmak istemezsiniz, gerçi hiç alışamazsınız ya!..Hep aynı şiddette, hatta gitgide daha fazla yakar içinizi ...

Ve hasretin damarlarında pıhtılaşırken zaman, beyninizde binbir soru işareti cirit atmaya başlar...Cevabını bulamadığınız ya da bulmak istemediğiniz bir sürü soru!...Tüm noktalama işaretlerinden nefret edersiniz bir an! Hayatın virgüller koyacak kadar uzun olmadığını düşünür, bir nefeste herşeyi yaşamak istersiniz...Nokta koymak istemezsiniz hiç bir şeye...Parantez içindeki açıklamalardan nefret edersiniz...Ve size zoraki koydurulan noktalar, virgüller, bıçak gibi saplanır sinenize...Ceylanı öldüren sinesine saplanan ok mudur, yoksa oku atan avcı mı?

"Her gecenin bir sabahı, her kışın bir neharı vardır." mutlaka!...Ümidi katık edip yalnızlığa beklersiniz...Çıldırtan bir bekleyiştir bu...Bu bekleyiş biter mi bitmez mi bilinmez ama,dilinize tesbih olmuş bir cümle, yanmış bağrınıza serper su...

BU DA GEÇER YA HU...

Pazar, Haziran 04, 2006

AFFET...


Yalnızlık iklimi hüküm sürerken gönül bahçemde,hüzün yelleri vururken yüzüme ve açarken hasret çiçekleri,huzurun kokusu doldu içime....

Yalnızlık, hüzün, hasret ve SEN... Sen huzursun...Sen umutsun...Sen göz nurumsun... Sen aldığım her nefes,Sen damarımda dolaşan kanımsın...Sen beni yokluktan varlığa çıkaranım, canımsın...

Gözümün baktığı her yerde gördüğümsün...Vuslatına erebilmek için ömrümü ilmik ilmik ördüğümsün...Duyduğum huzursun güneşin batışında...Ve hissettiğimsin her gözümü kapatışımda...

Kalbimin en ince sızılarını bilenim, her derdime devâ verenimsin...Sen her şeyimsin...Çünkü her şey Sensin...

Sen merhamet deryâsı, Sen Ganiyy-i Mutlak'sın...Sen elimden tutanım ve her zerremle sevdiğim HAK'sın...

Yâ Rab!...Affeder misin seni hakkıyla bilemeyişimi? Affeder misin her istediğimi senden dilemeyişimi? Affeder misin aşkı, sevgiyi, merhameti kullarından bekleyişimi? Ve kazaya rıza göstermeyip, yaptığım isyânları affeder misin?

Kapının iflâh olmaz dilencisiyim, açtım ellerimi...Söylemem, söyleyemem , ama sen bilirsin en mahrem hallerimi...Kerem-i Rahmetin bir dilenciye " Ne getirdin?" diye sormaz Yâ Rabbi!..."Ne istiyorsun?" diye sorar...İstediğim tek şey var Ey Adil-i Mutlak!...

SENİ SEVEN KULLARINA ADALETİNLE DEĞİL, MERHAMETİNLE BAK!...

Cuma, Haziran 02, 2006

DELİ OLMAK İSTİYORUM...



Osmanlı akıncıları, her savaşta en önde savaşa katılan, gözünü budaktan sakınmayan ve şehadet şerbetini içmeye can atan kahraman bir güruhtur.

Osmanlı Akıncıları içerisinde en ilginci ‘deli’ adı verilendir. Düşmanı görünce âdeta deliye dönen bu grubun mensuplarını kimse durduramazdı.

Ordu ile sefere iştirak ettiklerinde, savaşın en ön safında yer alır ve düşmana ilk onlar saldırırdı. Bu gruptan olanlar bazen hiçbir silâh kullanmaz, sadece kendilerini savunmak için yanlarında bulundurdukları kalkanlarla düşmanın içerisine dalar, kendilerine yapılan kılıç hamlelerini kalkanlarıyla savuşturup, mermere vurarak sertleştirdikleri o koca elleriyle düşmanın yüzünde şimşekler çaktırırlardı.:) ( Meşhur OSMANLI TOKADI)

Topu topu bir avuç deliyle baş edemeyen düşman, geride kendi sayısına yakın Türk ordusunu görünce paniğe kapılır ve birer ikişer kaçışırdı.

Bu delilerin bir kısmı eğersiz ata biner, bir kısmı da akşama kadar ellerini mermer gibi sert cisimlere vurarak nasır bağlatırdı. Kat kat nasır bağlamış bu eller, düşman için kılıçtan daha tesirli bir silâh olurdu…

“Deli” olmak istiyorum :) Ellerimi mermerlere vurmaya başladım bile…Öyle görünüyor ki,artık her sahada delilere ihtiyaç var.Her sahada dini , devleti, milleti için deli olan insanlara gerçekten çok ihtiyaç var…

“Deli “ olmak istiyorum…Vatanımı karıştıranların, milletimi birbirine düşürmeye çalışanların,komplo üstüne komplo hazırlayan karanlık güçlerin ve bunların uşaklığını yapan darbe çığırtkanlarının,fosilleşmiş tip ve düşünceleriyle tekrar ortalara kendini atan utanmazların ensesine balyoz gibi indirmek için , siz de ellerinizi mermerlere vurmaya başlayın…

Gelin hep beraber “DELİ” olalım…Öyle görünüyor ki,bu kahraman milletin en zor anlarda nasıl şaha kalktığını unutmuş düşmanlar…Ve unuttukları bir şey daha var…Yüzlerinde şimşekler çaktıracak olan bir tokat…Hatırlatırız…Hatta altına da not düşeriz…

MADE İN OSMANLI :))))

Haydi!... Ya Allah!...

Salı, Mayıs 09, 2006

AKLA ZİYÂN DİYALOGLAR


Hasta klinikten içeri girer. Hemşire hastayı karşılar.

Hemşire= Buyrun. nasıl yardımcı olabilirim?
Hasta= Dolgu yaptıracaktım.
Hemşire = Dişinize mi ?
Ve herkes = :))))))

Hemşire doktorun yanına gelir.Elinde bir sağlık karnesi , bir de hastanın verdiği liste vardır.Listede şunlar yazar: Antibiyotik
Ağrı kesici
Mide hapı
Vitamin

Hemşire= Hasta bu ilaçlardan istiyormuş.
Doktor = Sor bakalım kaçar kilo olacakmış.:))


Hasta elinde sağlık karnesi,kendi teşhisini kendisi koymuş olarak , doktorun yanına gelir.

Hasta= Ben grip olmuşum.Bir grip ilacı istiyorum.
Doktor= La havle..( sessizce tabi :))
Hasta = Ama toz olanlardan olmasın.Bir de mide ilacı istiyorum.O da şurup olmasın.Ağızda çiğnenenlerden olsun.Bir tane de antibiyotik yaz..
Doktor = En iyisi ben size şöyle ortaya karışık yaptırayım.


Hamile bir hanım ve meraklı eşi, ultrason yaptırmak için doktora gelirler.Hasta hazırlanır , doktor ultrasona başlar.Daha probu yeni eline almıştır ki,hastanın eşi sorar:

Meraklı eş = Cinsiyeti ne?
Sabırlı doktor = Durun bakalım daha yeni başlıyoruz.Bakın burası başı. Başının yan tarafında gördükleriniz...
Meraklı eş = Cinsiyeti ne?
Sabırlı doktor = Önce genel sağlık durumunu değerlendirelim.Kalp atımlarını görebildiniz mi?
Meraklı eş = Cinsiyeti ne?
La Havle çeken doktor = Cinsiyet tayini için bebeğin pozisyonu çok önemlidir.Pozisyon uygun değilse göremeyebiliriz.
Meraklı eş = Göremezseniz paramızı geri alabilir miyiz?
Sinirli doktor = Tabi ne demek ! Göremezsek üstüne bir ultrason ücreti de müessesemizden hediyedir.

( Yukarda anlatılanlar tamamen hayal ürünü olmayııııııp, tarafımdan yaşanmış hikayelerdir. )